ÜÇ ŞEHİT ÖYKÜSÜ (Polis Memurları Abdullah Bülbül, Mehmet Çolak ve Mustafa Kılıç’ın Anısına)

Bu yazı, bir ihbarla başlayan; üç ocağa düşen ateşle, üç vicdana kazınan acıyla son bulan gerçek bir olaydır.

2012 yılının Ekim ayında, Antalya’da üç kahraman polisimiz görev başında şehit düştü. Onların adını bilin, hikayelerini anlayın, derslerini unutmayın. Çünkü bu acı, yalnızca üç ailenin değil; hepimizin ortak sorumluluğudur.

Takvimler 4 Ekim 2012 gününü, saatler 20.00’yi gösteriyordu. Polis telsizinden Antalya Muratpaşa İlçesi TRT Caddesi’nde, elinde silah bulunan şüpheli bir şahıs olduğu ihbarı geçti.

Akşam görevindeki polislerin hiçbiri, karşılarında ruh sağlığı yerinde olmayan silahlı bir saldırgan olduğunu bilmiyordu.

İlk olarak Yunus Timi Polis Memuru Mehmet Çolak ve mesai arkadaşı Fatih Dinç olay yerine ulaştı. Mehmet, motosikletini park etmeye çalışırken saldırganın açtığı ateşle vuruldu ve oracıkta şehit düştü. Arkadaşı Fatih ise devrilen motorun altında kalarak yaralandı.

Saldırganlar, Mehmet’in silahını gasp ederek kırmızı bir otomobille kaçtı. Kentte geniş çaplı bir kovalamaca başladı. Cezaevi Kavşağı’nda polis ekipleri barikat kurdu, ancak saldırganlar teslim olmak yerine yeniden ateş açtı.

Polislerin ne çelik yelekleri vardı ne de olası bir silahlı çatışmaya karşı koruyucu donanımları.

Çatışma anında Polis Memurları Abdullah Bülbül ve Mustafa Kılıç vurularak şehit düştü.

Üç kahraman, aynı gün, aynı şehirde, aynı görevde can verdi.

Saldırganlar ormanlık alana kaçtı. Gece görüşlü helikopterler, Özel Harekat (PÖH) ve Terörle Mücadele (TEM) timleriyle geniş çaplı bir operasyon başlatıldı.

Kepez ormanlık alanında kıstırıldılar. “Teslim olun!” çağrılarına ateşle karşılık verdiler.

Polisin gururu PÖH ve TEM timleri hedef hattının gerisinde mevzilenmişti. Her zamanki gibi ateş hattına girenler, yine PÖH’ün Arslanlarıydı.

Kısa süren çatışmanın ardından bir zanlı ölü, diğeri yaralı olarak ele geçirildi. Yapılan incelemede kimlikleri tespit edildi. Öldürülen saldırganın akıl sağlığının yerinde olmadığı belirlendi. Ancak elindeki silah, üç kahramanımızın canına mal olmuştu.

Polis Memuru Abdullah Bülbül, 34 yaşındaydı; evliydi, iki çocuk babasıydı. Polis Memuru Mehmet Çolak, 30 yaşındaydı; üniversite mezunu, genç bir babaydı. Polis Memuru Mustafa Kılıç, 45 yaşındaydı; kıdemli bir polis, iki çocuk sahibiydi.

Üçü de farklı şehirlerden gelmişti. İkisi Konya’dan, biri Malatya’dan. Ama aynı inançla, aynı yeminle Antalya’da buluşmuşlardı.

Olay, Türkiye’nin yüreğini dağladı. Cenazelerde sessizlik ve gözyaşı hakimdi. Kadınlar mezar başında ağıt yaktı, çocuklar sessizce izledi. Toprak, üç evladını daha bağrına bastı.

Fakat acı burada son bulmadı. Olayın ardından bu kez 22 polis, “faili işkenceyle öldürmek” suçlamasıyla yıllarca yargılandı. Hayatları karartıldı.

Sanki suçlu olan kendileriydi. Sanki kurumların ihmali değil, onların sadakati sorgulanmıştı.

Sorular hala havada: Olaya ilk müdahale eden polislerin neden çelik yelekleri yoktu? Neden riskli bir ihbara bu kadar hazırlıksız gönderildiler? Görevi yalnızca telsiz haberleşmesine yardım etmek olan ve sahayı tanımayan, adli polisliği olmayan anonsçu polisler; yetkili amirlerin yerine geçip aceleyle yanlış yönlendirme mi yaptı?

Bu soruların cevabı belirsiz.

Ama bilinen bir gerçek var: Şehitlerimiz, her Türk polisi gibi “emir verilmişse gidilir” anlayışıyla hareket ettiler.

Halbuki polis, bir olaya dağdan yuvarlanan bir kaya gibi değil; yönünü bilen, temkinli bir dağcı gibi gitmelidir. Planlı, hazırlıklı ve korunaklı…

Çünkü bir ihmal, bir anlık acele ocakların sönmesine neden olabilir.


Alper UZUNGÜNGÖR


***

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

II. MEŞRUTİYET’İN İLANI VE SİYASİ GELİŞMELER (1908 -1914)

TANZİMAT FERMANI (3 Kasım 1839)